25 Ocak 2014 Cumartesi

Ways of Seeing (Chapter 3, pp: 39-47)

RECLINING BACCHANTE BY TRUTAT 1824–1848

According to usage and conventions which are at last being questioned but have by no means been overcome, the social presence of a woman is different in kind from that of a man. A man’s presence is dependent upon the promise of power which he embodies. If the promise is large and credible his presence is striking. If it is small or incredible, he is found to have little presence. The promised power may be moral, physical, temperamental, economic, social, sexual – but its object is always exterior to the man. A man’s presence suggests what he is capable of doing to you or for you. His presence may be fabricated, in the sense that he pretends to be capable of what he is not. But the pretence is always towards a power which he exercises on others.

By contrast, a woman’s presence expresses her own attitude to herself, and defines what can and cannot be done to her. Her presence is manifest in her gestures, voice, opinions, expressions, clothes, chosen surroundings, taste – indeed there is nothing she can do which does not contribute to her presence. Presence for a woman is so intrinsic to her person that men tend to think of it as an almost physical emanation, a kind of heat or smell or aura.


23 Ocak 2014 Perşembe

Bento'nun Eskiz Defteri / John Berger (Kitap tanıtım)


Filozof Baruch Spinoza (1632-1677) –daha çok Benedictus ya da Bento Spinoza olarak bilinir– hayatını mercek yontuculuğuyla kazanıyordu. Kısa ömrünün en yoğun yıllarını "Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine" ve Ethica'yı yazmakla geçirdi. Her iki eser de ölümünden sonra yayımlandı. Başkalarının anı ve günlüklerinden filozofun çizim yaptığını da biliyoruz. Resim yapmaktan zevk alır, yanında hep bir eskiz defteri bulundururmuş. Ani ölümünün ardından –muhtemelen mercek yontuculuğu sırasında maruz kaldığı cam tozu silikosize sebebiyet vermişti– dostları mektuplarını, elyazmalarını, notlarını kurtarmayı başarmış ama anlaşılan eskiz defterini bulamamış. Bulmuş olsalar bile belki de sonradan kaybolmuş.
 
Bense yıllardan beri Spinoza'nın çizimlerinin yer aldığı bu defterin bulunacağını hayal ediyorum. İçinde ne bulmayı ümit ettiğimi bilmiyorum. Neler çizmiş olabilir? Nasıl bir üslupta çiziyordu acaba? De Hooch, Vermeer, Jan Steen, Gerard Dou ile çağdaştı. Amsterdam'da bir süre kendisinden yirmi altı yaş büyük olan Rembrandt'ın birkaç yüz metre ötesinde yaşadı. Biyografi yazarları onların muhtemelen karşılaştığından dem vurur. Teknik resim çiziminde Spinoza'nın amatör olduğunu varsayabiliriz. Eskiz defteri bulunsaydı eğer, pek öyle ahım şahım çizimlerle karşılaşacağımı düşünmedim hiç. Sadece yazdığı bazı notları ve bir filozof olarak şaşırtıcı önermelerini yeniden okumak, bir yandan da gözlemlediği şeylere onun gözüyle bakabilmek istiyordum.
 
Derken geçen yıl, Bavyera'da yaşayan bir dostumun dostu olan Polonyalı bir matbaacı bana ten rengi, süet ciltli bir eskiz defteri armağan etti. Kendi kendime, "Bu Bento'nun olmalı!" diye mırıldandığımı fark ettim.

Çizilmek isteğiyle beni kışkırtan şeyleri çizmeye başladım.

Zaman ilerledikçe ikimizin –Bento'yla benim– farklılıklarımız azaldı. Bakma ediminde, gözlerimizle sorgulama ediminde adeta birbirimizin yerini alır olduk. Bunun böyle olmasının nedeni, sanırım, çizim alıştırmalarının hangi yönde olacağına ve nereye varacağına dair paylaştığımız bir farkındalık.
(ss:11-12)

Metis Yayınları / ISBN 9789753428866 / 176 sayfa / Basım Tarihi:  Kasım  2012 / Çevirmen: BERİL EYÜBOĞLU / Yazar : JOHN BERGER

Görme Biçimleri / John Berger (bölüm 3, pp: 53-64)

Avrupa dışındaki sanat geleneklerinde —Hint, İran, Afrika ve Amerika yerlilerinin sanatında— çıplaklık hiçbir zaman böyle edil­gen değildir. Bu geleneklerde, bir yapıtın konusu cinsel çekicilikse, yapıt iki kişi arasındaki etkin cinsel sevişmeyi gösterir. Kadın da erkek gibi etkindir; her ikisi de öbürünü içine alacak biçimde hareket eder.


Rajansthan, 18. yüzyıl

1 Aralık 2013 Pazar

Görme Biçimleri / John Berger (bölüm 3, pp: 45-52)


Turutat - Uzanmış Bakkante

Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiçbir çözüme ulaş­mamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaradılışa göre deği­şen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki yetkeli­lik umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erke­ğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretilebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapa­mayacağı şeyleri yapabilecek yetkedeymiş gibi davranır. Bu yalancı dav­ranış her zaman onun başkaları üzerinde etkili olmak için kullandığı bir yetkeye yönelmiştir.

Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılama­yacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çı­kar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öylesine içiçedir ki erkekler bunu be­denden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar.

Söyleşi: Cem Erciyes, Radikal Kitap, 11 Mayıs 2001

 
 

Herkesin bildiği gibi yıllar önce kent yaşamını terk edip köye gittiniz. Bu yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Köylüler hakkındaki kitaplarda onların bakış açısını okumadığımı farkettim. Bu tür kitaplar hep onları ziyarete gelmiş birilerinin bakış açısıyla yazılmıştı. Bu durumda yapılabilecek tek şey oraya gitmek ve öğrenmeye çalışmaktı. Tabii bu çok zaman önceydi, neredeyse 30 yıl önce. Ben hiç üniversiteye gitmedim. Köylüler arasında olmak, özellikle yaşlı kadınlar ve adamlar arasında olmak, ilk kez üniversiteyle gitmek gibi bir şeydi benim için. Orada duyduğum, düşündüğüm şeyleri mükemmel biçimde yazabilmek için, yazmayı tekrar öğrenmem gerekiyordu. Bir hikâyeyi, bana anlatıldığı biçimiyle yazmayı öğrenmeliydim. Benim için çok uzun sürdü öğrenmesi. Binlerce örnek arasından size bir tane vereyim. Mesela şehir insanları arasında, hele ki entelektüeller arasında hep kullanılan bir sözcük vardır: ?fakat?. Şehirliler, “Güzel bir kız fakat, basit” derken köylüler, “Güzel ve basit bir kız” derler. Çünkü çelişkiyi kabulleniş söz konusudur.
 
Herşeye rağmen ben onların dışından biri olduğum içinbir köylü gibi yazamadım. Dışarıdan olmak da köylü tecrübelerini global bir bağlam içinde görebilmemi sağladı. Bu, köylülerin o büyük bilgeliklerine rağmen yaşadıkları köyde yapamadıkları şeydi. Çünkü köyleri dünyanın merkezindedir.

Köylü kavramı geçerliğini sürdürüyor mu?

Dünya çapında tabii ki. Ve belki de hâlâ dünyanın çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Yer değiştirseler, kente göçseler bile onlar köylü kalıyor. İngiltere’de daha 18. yüzyılda yok edildiler. Fransa’da ise otuz yıl önce varlardı. Ben yok olmak üzere olan bir kültürün sesini dinledim. Şimdi de hâlâ, Fransa’da her gün biraz daha küçülen cepler var.
 
Köylü ekonomisi acımasızca yok edilirken, yerine konulan şey kendi felaketlerini de beraberinde getiriyor. Deli dana, şap, her tür yiyecek hakkında artan skandalları kastediyorum. Çünkü tarım, yeni ekonomik düzenin değer sistemine direniyor. Direniyor çünkü, bu kesin biçimde onun doğasına aykırı. Doğanın enerjisini, işgücünün enerjisiyle değiş tokuş etmek diğer ticari meseleler gibi değerlendirilemez.

Doğayı yitirmek, insanların düşünce sistemlerini ne kadar etkiledi?

Küreselleşmenin önlenemez kabülü, ve yalnızca kâr artırmanın önemine dayanan ekonomik düzen, Seattle’dan Prag’a uzanan bir etki yarattı. Bu birkaç yıl önce başladı ve her yerde yavaş yavaş artarak sürüyor. Bunun en önemli özelliklerinden biri köylüler tarafından yaratılmış bir hareket olmaması. Köylüler sadece katılıyorlar, o kadar. Bunun içinde en önemli şey, toprakla olan ilişkinin bu biçimde muamele görmemesi gerektiği yönündeki bilinç. Köylüler hakkındaki roman üçlemesini yazarken, (Avrupa Üçlemesi) onların yaşadıkları kayıpları, dönüşümü anlatmaya çalıştım. Bu kitaplarda anlattığım şeyler birden bire çok önemli, acil, küresel meseleler halini aldı. Tuhaf bir biçimde kâhin sözlerine dönüştüler. Genetik olarak müdahale edilmiş beyinler, fabrikalarda üretilen süt, et ve bunların sebep olduğu felaketler. Zengin dünya ve diğerleri arasındaki fark gün be gün artıyor.

John Berger: a life in writing (The Guardian, Saturday 23 April 2011)

'I wanted to write about looking at the world, so this book is about helping people to see what is around us, both the marvellous and the terrible'


The Guardian,
 
On Good Friday in 2008 John Berger went to the National Gallery in London to look at, and to draw, Christ Crucified by the early renaissance artist Antonello da Messina, a work he describes as "the most solitary painting of the scene that I know. The least allegorical." Berger placed his small shoulder bag on the attendant's chair in the corner of the room and began to draw with ink, wetting his index finger to smudge the lines and correct mistakes. Before long the attendant returned and asked Berger to remove his bag. Berger placed it on the floor at his feet and resumed drawing. The attendant said he couldn't leave it on the floor. Berger explained that if he held it he would be unable to draw. The dispute escalated, and at some stage Berger exclaimed "fuck". A supervisor was called who told Berger he had insulted a member of staff doing his job and had "shouted obscene words in a public institution". He was escorted from the building: "I take it you know the way out, sir."
 
Berger tells the anecdote in his new book published next month, Bento's Sketchbook (Verso), which also contains his, hastily completed, drawing of the crucifixion. In the book the episode has a palpably allegorical tinge that – with all the correcting of the drawing – hints at wider notions of human error. But at face value it is emblematic of Berger's career as combative art critic, radical writer and consistent challenger of institutional power. Here you have a snapshot not only of his relationship with art and the art world, but also of his relationship with society and authority in general.
 
Recounting the story at his home in Haute-Savoie in the French alps, Berger smiles at the comic aspects of the grand old man of British art being summarily booted out of the National Gallery. But he nevertheless displays a lingering anger at what he sees as the underlying reasons for the confrontation. "They kept saying it was a matter of security," he says, sneeringly elongating the word in the idiosyncratically French-inflected accent he has acquired after living there for almost 50 years. "Security. A word that these days seems simultaneously both to conceal so much and to reveal so much."

John Berger kimdir

 
 
     John Berger (d. 5 Kasım 1926, Londra) İngiliz yazar, sanat eleştirmeni. G. isimli romanı 1972'de Man Booker Ödülü'nü kazanmıştır.



Meslekî Kariyeri

John Berger, mesleki kariyerine ressam olarak başladı. 1940'lı yılların sonlarına doğru Londra'da birçok sergiye katıldı. 1948-1955 yılları arasında sanat eleştirmenliğinin yanı sıra, resim dersleri de verdi.

İngilizce yazan en etkili sanat eleştirmenlerinden biri olarak tanınır. Senaryo yazarlığı ve belgesel yazarı olarak da tanınır. Bunun yanı sıra, romancı kimliği de vardır. İlk romanı Zamanımızın Bir Ressamı (A Painter of our Time) 1958'de yayımlandı.


Kitapları 
  • Şanslı Adam (A Fortunate Man)
  • Sanat ve Devrim (Art and Revolution)
  • Görme Biçimleri (Ways of Seeing)
  • Yedinci Adam (A Seventh Man)
  • Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı (The Success and Failure of Picasso)
  •  G.
  • Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa (And Our Faces, My Heart, Brief as Photos)
  • Fotokopiler (Photocopies)
  • Düğüne (To the Wedding)
  • Kral (King)